anadoluverumelimedya.com

ÇAĞDAŞLAŞMA ÖRNEĞİ OLARAK TÜRKİYE

Orhan Koloğlu

Reklam alanı

1925 yılının sonlarında “Türk Ocakları Kurultayı” ndan seçilmiş kırk-elli kişilik bir temsilciler kurulunu kabul eden Atatürk, ortaya bir soru atar: “En büyük milli düşmanımız hangi devlettir?”

Rusya diyenlere “Daha uzunca süre bizimle dost olmak zorundadırlar” yanıtını verir. Yunanistan diyenlere bu düşmanlığın bütün gelecek için kapanmış olduğunu söyler. İngiltere’dir savında bulunanları da “Hayır, bizim topraklarımızda hiçbir emeli yoktur ve olamaz” diyerek karşılar ve İngiltere’nin devrimler dönemindeki muhalefetini şöyle açıklar:

“O yalnız bizim zaferimizin diğer Müslüman milletlerini de istiklale götürmesinden tasalanır, o kadar. Fakat mukadder olanların önüne geçilemeyecektir.

Türk toplumunun diğer Müslümanlara örnek olması korkusu, Kurtuluş Savaşı’nın başarısı ve arkasından Cumhuriyet’in ilanı ile doruğa varmıştır ama korkunun kökleri çok daha öncesine ulaşır. Abdülhamid rejiminin keyfiliğini her fırsatta yeren Avrupalılar ve özellikle İngilizler 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde büyük bir endişeye kapılmışlardı: Sömürgelerimiz de, başta (Mısır ve Hindistan) aynı yolu izlerse elimizden çıkarlar, dolayısıyla jön Türklere destek vermeliyiz” düşüncesindeydiler. Ama örneği izleyen siyasi akımların belirmesini engelleyemediler.

Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın bütün mazlum milletler için bir örnek teşkil ettiğinin bilincindeydi. Sakarya Meydan Savaşı’nın kazanılmasından sonra bütün doğu toplumlarında yükselen sevinç gösterilerine işaret ederek bunu belirtir:

“İşbu tezahürat Türkiye halkının Sakarya Muharebesi’nde bilcümle akvam-ı şarkiyenin selameti için mücadele ettiğini mezkur kavimlerin de müdrik olduğunu ispat eder.”

Büyük zaferden birbuçuk ay önce Temmuz 1922’de İran elçisi şerefine verilen ziyafette görüşünü tekrarlar:

“Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye ait olmadığını bütün arkadaşlarımız ifade etmişler ise de, bunu bir defa daha teyid etmek lüzumunu hissediyorum. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, beli daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.”

Bu sözleri sarf ederken Atatürk’ün bütün doğu toplumlarının başına geçip, hepsini kurtarmayı hedeflemediği açıktır. Esasen Milli mücadele’nin çerçevesini oluşturan Misak-ı Milli (Ulusal And) ye aykırı bir davranış olurdu. Bu belge özellikle Arap çoğunluklu ve bağımsızlığı için Osmanlı’ya karşı ayaklanmış olan toplumlarının geleceklerini kendilerinin saptaması ilkesini benimsemişti. Ayrıca, emperyalizm olarak nitelediği (Panturanizm ve Panislam da dahil) her türlü yayılmacı eyleme karşı olduğunu da Atatürk her fırsatta açıklamıştır. Hepsinin dışında bu toplumların içinden “Kemalistler gelse de bizi kurtarsa” şeklinde her sesin çıkışında bütün liderleri Türklerin geri dönmesine izin veremeyeceklerini ve gerekirse Avrupalılarla anlaşacaklarını saklamamışlardır. Böylece daha 1920’lerde hepsi de çok zayıf kalan muhalefetin engelleyemeyeceği bir kararlılıkla Avrupalı güçlerin himayesini ve kendilerini çağdaşlaştırmasını kabul eden anlaşmaları imzalamışlardı. Türk halkının tam bağımsızlık mücadelesi ise gerçek anlamda 23 Nisan 1920’den sonra başlamıştır. Açıkçası Atatürk, bir örnek olmaktan fazlasını öne sürmüyordu.

Atatürk’ün örnek olmaktan anladığı, Türk toplumunun her yaptığının aynen tekrarlanması değildi. Çağdaş uygarlık düzeyi hedefini benimsemek şartıyla, buna erişmek için gerekli olan kademelere ulaşmakta, her toplumun kendi sosyo-ekonomik koşullarına uygun aşamalardan geçmesi lazım geldiği inancındaydı. Bu düşüncesini 1921 Aralık’ında TBMM’de Bakanlar Kurulu’nun görev ve yetkileri hakkındaki yasanın tartışmaları sırasında açıklamıştır. “Taklit ile değiştirme ile kanun olmaz”  sözlerini “bu hükümet, demokrat bir hükümet mi, yoksa sosyalist bir hükümet mi olacaktır” sorusuna yanıt olarak söylemiş ve şunları eklemiştir:

“Yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi sayılan hükümetlerden hangisidir, buyurdular. Efendiler, bizim hükümetimiz, demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel nitelik olarak hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Sosyal bilimler noktasından açıklamak gerekirse, tek milli iradeyi belirten bir hükümettir. Fakat milli egemenliği, tek milli iradeyi belirten bir hükümettir.  Sosyal bilimler noktasından açıklamak gerekirse “Halk hükümetidir” deriz. (…) Halkçılık sosyal düzenini emeğine, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal doktrindir. (…) Hükümetimizin dayandığı esasın, sosyal bilime dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki, demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş!.  Efendiler, biz benzememekle iftihar ederiz, etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz efendiler. Sosyal doktrin bakımından dahi düşündüğümüz zaman, biz, hayatını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emekçileriz, zavallı bir halkız (…) Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşımilletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız.”

Buradaki “biz bize benzeriz” kavramını büyük lider ”Türk kimseye benzemez” anlamında kullanmamıştır. Koyduğu çağdaş uygarlık düzeyi kavramı, bütün insanlığa ortak değerleri benimsediğini kanıtlar. Onun söylemek istediği bu hedefe varışta, koşullarımıza ve yapımıza uygun aşamalardan geçeceğimiz, bunlara uygun yöntemler bunlara uygun yöntemler kullanmak zorunda olduğumuzdur. Çağdaş uygarlık hedefine ulaşmada “tam bağımsızlık – halk egemenliğinin yerleştirilmesi – değişmeyi engelleyen tabuları aşacak kuralların konması – ekonomide uluslar arası alana çıkmayı sağlayacak bir yapının oluşturulması, sanayileşme – demokratikleşme” gibi kademeler her toplum için bahis konusudur. Ama bunlara erişmede doğal olarak her toplum kendi özelliklerine uygun yöntemler kullanacaktır. Bu anlayışı sebebiyledir ki, Atatürk, Türkiye’nin örnek olabileceği ülkelerdeki gelişmeleri irdelerken kendi icraatına kıyasla değil, onların özelliklerini dikkate alarak değerlendirmeye özen göstermiştir. Bunu kanıtlarını Arnavutluk’un cumhuriyetten krallığa dönmesine kızgınlığında; Afganistan’ın çağdaşlaşmaya, kılık kıyafeti değiştirmekle girişmesini hatalı bulmasında; Irak ve Ürdün gibi başında kral bulunan rejimlere tepki değil – hem de bunların Osmanlı’ya ayaklanan Şerif Hüseyin’in oğulları olmasına rağmen – dostluk göstermesinde rastlarız.

Bu örneklik durumunda Atatürk’ün gerçekten en çok takdire şayan tarafı, her şeyin kendisiyle sonuçlanacağını, tamamlanacağını iddiaya kalkışmamış olmasıdır. Koyduğu hedefin uzun vadeli bir girişim olduğunu biliyordu. Onun için hep geleceğe bakmış ve geleceğin güvencesi saydığı gençliğe sorumluluğunu hatırlatan mesajlar vermiştir. Devrimin kendisinden çok, getirilen değişiklerin özümseme sürecinin önemli olduğunun bilincindeydi. Tıpkı, 1908’de olduğu gibi Atatürk’ün girişimlerinin de kontrolü altındaki toplumları etkilemesinin endişesinden kurtulamayan İngiltere’nin yarı resmi bir yayını, The Near East, 1927 ekiminde Türk çağdaşlaşmasının eriştiği noktayı değerlendirirken şunları söylüyordu:

“Türkiye’nin şaşırtıcı değişmelerinde Mustafa Kemal Paşa’nın oynadığı önemli rolü kimse reddedemez. Gel gelelim, savaş bitip daha az heyecan verici ama çoğu kez daha önemli ve daima uzun vadede daha enerji sarf ettiren, barış içinde yönetme dönemi gelecektir… Türk halkı var olan, ya da var sayılan düşmanlara karşı birleşmek gereksinmesini artık duymadığında ve iyi hükümet ile maddi refahı kendi değerlendirmesiyle gündeme getirdiğinde ne olacaktır?.. Dışındaki dünya için olduğu kadar Türklerin kendileri için de gerçek ilgi bugün gelecekte odaklaşmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye için düşmanlarını yenmek ve amaçlarını yok etmekten çok daha fazla şeyler yapmıştır. Ülkeyi bir bütün haline getirdi ve halka daha iyi şeyler özlemini aşıladı… Bu açıdan saygınlığı tartışılamaz; halkı için hedeflediği bu daha iyi şeylerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görmek geleceğe bağlıdır.”

Açıkçası geri dönülemeyecek bir noktaya varıldığını, bundan sonrası her devrimi izleyen restorasyon aşamasının yozlaştırmasından medet umduğunu saklamıyor. En büyük etken olarak da laikliğin doğuracağı tepkilere bel bağladığını açıkça belirtiyor. Daha da ilginci, bir zamanlar geri kalmanın başlıca sebebi diye mücadele ettiği İslam’ı bu kez – frenleyici bir araç olarak kullanmak amacıyla – övmeye girişiyor. Daha da büyük çelişkisi, Japonların o günkü yüksek düzeye erimelerini sağlayan özelliklerin Türklerde bulunmadığını söylerken bu Uzakdoğu ulusunun din konusunda Hıristiyanlardan çok daha liberal bir geleneğe sahip olduklarını anımsamak istememesinde.

Atatürk ölümünden beş yıl önce Onuncu Yıl Kutlamaları sırasındaki ünlü nutkunda geçmişe değil, geleceğe bakmak zorunluluğunu ve bunun nasıl düşünülmesi gerektiğini şöyle anlatmıştır:  “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve Yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir… Fakat yaptıklarımızı asla kafi görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetindeyiz ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız, milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesine çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mevhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zaman nispetle daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler yapacağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur…  Çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”

Görüldüğü gibi Atatürk kendisiyle kaim bir hedef koymadığı gibi, belli bir çeçeveye ulaşınca tamamlanmış sayılacak bir değişimi de düşünmemektedir. Dinamizmi hep devam edecek bir evrimi işaret etmektedir. Tek partili dönemdeki demokrasi denemelerinin 1940’tan itibaren çok partili rejime dönüştürülmesiyle devrimlerin yeni bir aşamaya getirilmesinde olduğu gibi. Böylece kendisi de alışılmış olmakta, Türk toplumu çağın gereklerine uygun dinamizmle yapısını oluşturmaktadır. Tabii, bu anlayış, demokrasiyi araç değil, amaç olarak kabul edenler için geçerlidir.

Ünlü siyaset bilimci Profesör Duverger’in, gelişmekte olan ülkelere yöntem örneği olarak gösterdiği üç deneyimden biri de Türk modelidir. Ancak yine de kademelere ulaşmakta her toplumun kendi sosyoekonomik yapı özelliklerini dikkatte bulundurarak yol alması, Atatürk’ün de tavsiyesidir

Orhan Koloğlu

SDÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 1998, Sayı 3

About armadmin 9321 Artikel
Günlük olaylara toplum duyarlılığını yükseltebilmeyi umuyoruz.